İrili ufaklı 17 bin adasında 250 milyon nüfuslu kültürleri, dinleri rengarenk bir ülke. Asıl hedefimiz Yogyakarta’daki dünyanın en büyük budist tapınağı Borobudur idi. Ha bir de Türkiye Ocak ayında buz kesmişken kemiklerimiz ısınsın dedik :))) Gelmişken görelim diye Bali ve dönüşte başkent Jakarta’yı da ekledik.
Artık Singapur vs. uğramadan direk uçan THY ile rahat gideceğiz diye bindiğimiz uçak çoğunluğu Endonezyalılar ve batılı birkaç transit yolcu ile neredeyse doluydu. Bir yolcu son dakikada indiği için güvenlik nedeniyle kabin içi bagajlarımız tek tek soruldu ve 20 dk. geç kalktık. Aşağıdaki bagajların da kontrolü yapılabildi mi, yeterli oldu mu diye tedirginlik yaşadık ama Jakarta Soekarno Havaalanına sorunsuz inince herşeyi unuttuk. Pasaport kontrolünden önce ödememiz gereken 25 USD vize ücreti için (yeşile gerekmiyor) kuyruklardan kuyruk beğenirken görevliler “aman lafı mı olur bu sefer bizden olsun ” dediklerini tahmin ettiğimiz ifadelerle bizi pasaporttan ücretsiz geçirdiler. Aynı uçaktan inen diğer Türk vatandaşları hala vize kuyruğunda beklerken biz giriş yapmıştık bile. Ama valizlerimizi alıp kapıdan çıkar çıkmaz ısrarcı dövizciler ve taksicileri görünce anladık ki alınmayan o para cebimizde çok durmayacak:)
İlk ders : Alanda fazla döviz bozdurmaya gerek yok. Şehir içi daha uygun. İki : Taksi için kimseye sormadan taksimetreli olana gidin ve binin. Aksi takdirde “turistik tarife” çalışır. Taksimetreliler çok temiz ve ucuz. Akşam saati Yogyakarta uçağı olmadığı için alana yakın bir otelde kalıp sabah Air Asia ile uçtuk. 1 saat gecikmeden sonra 1,5 saat süren yolculukta su bile ücretli. Sıvı kısıtlamasına pek dikkat edilmediği için uçağa her türlü yiyecek ve içecek alınabiliyor. Netekim almıştık 🙂
Yogyakarta Java adasının ortalarında ,özellikle batik, sahne sanatları ve kuklacılığı ile Java kültürünün merkezi. Havaalanından şehir merkezindeki otelimizin yakınına kadar gelen şehiriçi otobüsler var. Kişi başı sadece 7000 Rbp (Yaklaşık 2 TL). Durakları çok ilginç. Otobüs zemini yüksekliğindeki küçük istasyona parayı ödeyip turnikeden geçerek giriliyor. Şehirdeki bütün duraklar da öyle.
Otobüsler yeni ve temiz. Sıcak hava, buz gibi klima, saat farkı mahmurluğu , durağımızı söyleyecek muavine kendimizi sık hatırlatama çabaları ile yarım saatte şehrin ana caddesi Malioboro’ya geldik. 4 yıldızlı otelimiz caddenin başında ve beklentilerimizden daha iyiydi.
Şehrin en kalabalık ve de önemli binalarının olduğu cadde burası. Otele yerleşir yerleşmez sokağa çıktık. Çoğunluğu batik, ahşap hediyelik dolu mağazalardaki giysilerin bedenleri bizim coğrafyanın ortalama insanına hiç uygun değil.
Sultanın sarayı Kraton ve Water Castle (Taman Sari)’ye kadar çok yoğun motosiklet , at atabası, becak (bisiklet taksi) trafiğiyle yürüdük.
Çin mahallesi, pazarlar, çokça yemek tezgahları geçtik. Turizm bürosuna uğrayıp ertesi gün için UNESCO listesindeki Borobudur ve Prambanan Tapınakları’nın programını yapmaya çalıştık. Yolun sonunda Bank Indonesia, Benteng Müzesi ve Saray’a doğru geniş bir meydan başlıyor. Endonezya geleneksel şehir mimarisinde 4 unsurun bir arada olması çok önemliymiş. Saray, cami, pazar ve meydan. Burası en mükemmel örnekmiş. Turizm bürosundakiler , satışa sokmaya çalışan dükkancılar Sarayın ve sultanın keyif mekanı Taman Sari’nin kapalı olduğunu söylemişlerdi. Nitekim kapı duvar. Kapı dediysek demir parmaklıklar. Dışarıdan da geniş bir görüş alanı sağlıyor neyse ki.
Arka bahçesi de aynı mantıkta ve hemen yakınında kuş pazarı da var. İki devasa balyan ağacının etrafı çitle çevrili, rivayete göre gözü kapalı olarak birinden diğerine ulaşırsanız başınız göğe erecekmiş… 20 metreyi gözü kapalı yürümek hiç de kolay değil, çoğunlukla düz gidilemiyor, diğer ağaç tutturulamıyor. Mesaj şu ki, hiç bir işi kolay zannetmeden bütün kalbiniz ve dikkatinizle yapın.Dönüşümüzde hava kararmaya başlamıştı, cadde bir anda kalabalıklaştı. Kaldırımlarda restaurantlar hazırlandı, sokak müzisyenleri, masajcılar… Yer masalarına oturmak için ayakkabılar (çoğunlukla terlikler) kilimin kenarında bırakılıyor. Kalabalık, sıcak….
Niyetimiz sabah 04:00’da otelden alınacağımız bir tura katılıp güneşin doğuşunu Borobudur’da izlemekti. Turizm bürosundakiler yağmur sezonunda gündoğumu keyifsiz olur dedikleri için kendimiz toplu taşıma araçları ile sabah 08:00’de yola çıktık. Önce modern bir belediye otobüsüyle yarım saatte Condongcatur otobüs terminaline ulaştık. ( kişibaşı 7.000 Rbp), Borobudur’a kadar 45 dakikada gittiğimiz otobüsün ne kadar döküntü olduğunu anlatmamız mümkün değil. İki kişi 50 000 Rbp ödedik. Endonezyalılara daha ucuz. İndikten sonra etrafımızı saranlar becak ya da taxi almamız için ısrarlılar. Tapınağa kadar yol uzunmuş da yürünemezmiş de… Aslında çok rahat yürünebilen 1 km. mesafeye tutturabildikleri rakamı söylüyorlar. Tapınağın girişinde yerli ziyaretçiye ve turiste bilet fiyatı da gişesi de çok farklı. Prambanan’a da gidecekseniz kombine bilet biraz daha ucuz, kişi başı 32 USD iki tapınak ve müzesi için. Bir anda açan güneş, yakıcı sıcakta dünyanın en büyük budist tapınağının merdivenlerini tırmanmaya başladık.
8.yy.’da yapılmış, 2672 rölyef, 504 buda heykeli ile devasa yapının en üstündeki pagoda nirvana seviyesiymiş. Her yıl Buda’nın doğum gününde hacı olmaya gelen budistlerin ritüellerinde çok anlamlı olsa da biz turistik göz zevki açısından tepeyi hedeflemiştik. Her noktadaki güvenlik görevlileri, ülke genelindeki “diken üzerinde oturma” halini çok iyi gösteriyor. Tam aşağı indik ki aniden kararan bulutlar ve inen yağmurla çıkışa yakın bir saçak altında yarım saat kadar beklemek zorunda kaldık.
Çıkış ise o kadar kolay değil. Gereğinden fazla sayıdaki hediyelik dükkanlarından oluşan labirente giriyorsunuz. Sanki o yağmurlara hiç alışık değillermiş gibi yolları seller götürüyor, dükkanların bir kısmını su basmış. Hani bari orayı korunaklı yapsalardı da bekleme süresinde satış yapabilselerdi. Biz dahil bütün turistler dükkanlara uğramadan kaçarcasına çıkış aramak için labirentin içindeki saçma sapan yönlendirmeyi takip ettik. Tekrar otobüs durağına gelip nispeten daha iyi bir otobüsle yine iki kişi 50 000 Rbp vererek yola çıktık. Bu sefer araba çok kalabalık ve dur-kalk ile 1,5 saat kadar sürdü. Prambanan’a gideceğimiz otobüs için bir durağa ulaştık. Başka turistler de var. Ama gelen otobüsler tamamen dolu. Çok sapa bir aktarma yeri. Hiç taksi geçmiyor.Genç bir Endonezyalı çat pat ingilizceyle sohbete başladı. Öğretmen maaşlarından farklı din ve kültür karışımının etkilerine kadar aklımıza geleni sorduk beklerken. Eyaletlere göre farklılık gösterse de burada yaklaşık 3 milyon rupi (225 USD) aldıklarını söyledi.%95 nüfusu oluşturan müslümanların budistler ve hindularla da iyi anlaştıklarını falan anlattı. Bize internetten taksi çağırdı. Buluşma noktasına kadar götürüp araca teslim etti. Said olmasaydı kapanma saatine kadar yetişemeyebilirdik.
Prambanan ya da Candi Rara Jonggrang 9.yy’da inşa edilmiş .Güneydoğu Asya’nın en büyük Hindu tapıağı. Yaratıcı Brahma, koruyucu Vishnu ve yok edici Shiwa adına yapılmış . Hikayeye göre Prenses Rara Jonggrand’a aşık olan Prens Bandung Bondowoso evlenmek istemiş ama prenses babasını öldürdüğü gerekçesiyle reddetmiş. Özür dilemek için bir gecede 1000 tapınak yapacağını söyleyip doğaüstü güçlerini de kullanarak 999 tapınağı bitirmiş.Sonuncuya başlarken Prenses köylülere doğuda büyük bir ateş yaktırarak sahte gündoğumu yaratmış. Hileyi anlayan prens, prensesi en son ve en güzel tapınak olarak taşlaştırmış ki Candi Sewu bu tapınakmış. Shiwa tapınağının kuzeyine de prensesin rölyefi eklenmiş.
Prambanan yoğun yağmurdan sonra oluşan göletler ve batmaya yakın güneşin renk oyunları ile çok etkileyiciydi. Bulutlara rağmen çok güzel battı güneş.
Büyük depremlerde çok hasar gördüğü için bazı kısımlarının yanına bile yaklaşmak yasak. Çıkış kapısına geldiğimizde akşam ezanı başlamıştı. Ama önce Yasin okundu, sonda başka dualar en son ezan. Endonezya’da bütün ezanlar çok uzun. Merkeze dönmek için otobüs durağına doğru giderken polis kulübesinde yol sorduk. Çok kibarca yardımcı oldular, özellikle güvenlik konusunu sorduk, rahatlıkla yürüyebileceğimizi söylediler ve de öyle oldu. Büyük bir AVM’nin önünde indik. İçeridekiler , dışarıdakilerle büyük tezat oluşturan zengin ve modern giyimliydiler.
Ertesi sabah 08:25 uçağı için 06:30’da otelden çıktığımızda güneş çoktan doğmuş, günlük hayat erkenden başlamıştı. Otelin havuzunda yüzen çocukların seslerini duyunca öğle olmuş zannettik bir an. Taksimetreli taksi ile 50 000 Rbp ödeyerek alana geldik. Garuda Air zamanında kalktı ve servisi de gayet iyi. Uçuş 1 saat sürdü ama ülke içi saat farkı var. Bali 1 saat ileride. Bali havalimanı tamamen yerel mimariyi yansıtıyor. Aprondan terminale hindu tapınağı girişi şeklinde yapılmış kapıdan giriliyor.
Burada da taksiciye sormadan binerseniz ucuz, danışıp binerseniz turistik fiyat. Otelimiz sörfçülerin en popüler plajlarından Kuta sahilinde. Şehir merkezine yürüme mesafesinde. Kısa bir dinlenmeden sonra Ubud’a gitmek üzere anlaştığımız araçla hareket ettik. Standart taksilerden daha yüksekçe bir araç almakta çok isabetli karar vermişiz. Yağmur hiç peşimizi bırakmadı ve zaman zaman özel araçların pencerelerine yakın mesafeye kadar derinleşen su birikintilerine daldık.
Tanrıların adası Bali ülke genelindeki baskın müslümanlığa karşı hinduizmi çok yoğun yaşıyor. Hindistan’daki hindulardan da farklılar. Şoförümüz de “Hindistan’dakiler her tanrıya ayrı tapınak yaparlar, biz aynı tapınakta hepsine dua ederiz üstelik biz inek de yeriz” diyerek farkı anlattı. Nitekim sokaklarda başıboş dolanan inek yoktu.Budizm, Ancestral (ataya tapınma ) ile karışmış ibadetleri özellikle dans, heykel ve resimlerinde yaygın kullanılıyor. Çok sayıdaki bayramlarını hiç aksatmadan bütün ritüelleriyle , geleneksel giysileri içinde yapmaya devam ediyorlar. Son yıllarda çok gelişen turizmle de bu faktörleri kullanmayı iyi biliyorlar. Yılda birkaç kez ürün aldıkları pirinç tarlalarını dağlık araziye de yayabilmek için yaptıkları terasları görmek için bile para alıyorlar. Gelmişken görelim niyetiyle çok az zaman ayırdığımız Bali’ye haksızlık etmişiz. Yağmur mevsiminde gittiğimiz için de olan zamanımızı da tam kullanamadık.
Ubud yolunda geleneksel resim sanatıyla da tanınan Batuan’dan geçerken bir tapınakta durduk. Girişte bütün ziyaretçilere sarong denilen geleneksel uzun etekler veriliyor.
Renkleri de tapınağın kırmızısıyla çok uyumlu. Yaklaşık 1000 yıllık tapınakta da diğer her yerde olduğu gibi tanrı heykellerine de sarong giydirilmiş. Tanrıların da insan gibi günlük bakıma ihtiyaçları olduğuna inanılırmış. Pirinç ve meyve de sunuluyor. Hatta pirinç tarlalarının ortasındaki koruyucu heykellere, binalardaki bazı sütunlara bile sarong giydirilmiş.
Neyse ki yağmur başlamamıştı daha. Tam arabaya bindik sanki gök yarıldı. Batuan geleneksel resimleri ve ressamları ile ünlüymüş. Sokaklarında gezemeden Ubud’a devam ettik. Yol boyu heykel, sepet , sedef dekoratif eşya mağazaları, hediyelik satıcılarıyla dolu. Pirinç teraslarına kadar dinmesini umarak devam ettik. Teraslar aslında bütün adada varmış. Ubud merkeze yakınlığı ve sanatçılarıyla avantajlı olduğu için buradaki teraslar daha çok fotoğraflanıyor. Ne yazık ki teraslara geldiğimizde hala yağıyordu. Ubud genelinde Julia Roberts’in oynadığı Ye , Dua et ve Sev filmindeki sahnelerden eser yok, bari filmdeki şifacı ve falcı yaşlı adam Ketut Liyer’i görelim dedik.
Hasta olduğu için artık ziyaretçi kabul edemediğini söylendi. Ziyaret dediğimize bakmayın iyi bir ücret karşılığı yanyana gelinebiliyormuş. Turizmcilere de gelir kapısı olmuş. Hiç bir satışa ikna edemeyen şoförümüz de para kazanabileceği talebimizi yerine getiremediği için çok üzüldü. Bari maymun tapınağına gidelim dedik. Başka ülkelerde de envai çeşit görmüştük. Hem de elimizdeki içecekleri bile kaptıracak kadar yakın temasımız dahi olmuştu. Ama buradakiler kutsalmış, tapınak ve ormanda pek sevimlilermiş… Gittik de o yağmurda maymunlar bile dışarıya çıkmıyorlar. Çıkanlar da turistlerin verdiği muzları kapmak için saldırganlar. Hoplayıp zıplıyorlar… Maymun işte… Yerel giysili görevliler bile daha çok ilgimizi çekti.
Kuta’nın kuzeyindeki Tanah Lot Tapınağına gitmek üzere yola çıktık. Tablo gibi pirinç tarlaları , sayısız tapınak gördük. Yaklaşık 1 saat sonra denize doğru uzanmış kayalığa adeta monte edilmiş olan ünlü Tanah Lot’a geldik. Fotoğraflardaki büyülü havasından eser yok. Bir hindu bayramının töreni de varmış, turistlerle beraber çok kalabalıktı. Denize doğru uzanan kayalığa ,yoğun yağmurla birlikte çok güçlü bir rüzgarla yürümeye başladık.
Tören yapılan yere bile ulaşamadık, zaten onlar da toplanıyorlardı. Dönen bazı ziyaretçiler kayalık daha tehlikeli, rüzgar uçuruyor deyince şemsiyemizle birlikte hayallerimiz de paramparça oldu. Diğer ziyaretçiler gibi uzaktan bakıp iliklerimize kadar ıslanıp arabaya döndük. Pes etmeyecektik, Seminyak görülmeden olmazdı. Adaya batılı zengin turistleri çeken çok lüks otellerin, klüplerin olduğu bölgede kumsalın yanındaki otoparka girdik. Arabadan ayağımızı attığımızda bileğe kadar su… Ötesini siz düşünün. Yemek yemeyi düşündüğümüz bazı restoranlar vardı, ama sırılsıklam ve dağılmış halde girmek istemedik. Biraz dolanıp Kuta’ya döndük. Endonezyalılaştırılmış acı ve baharatlı deniz ürünleri ile Bubba Gump’da yorgunluğumuzu ve açlığımızı bastırdık. Bütün Endonezya’daki tek Bubba Gump’ı bulmaktan çok mutlu olduk.
Hard Rock Cafe gibi ünlü restoran ve cafelerin çoğu da var Kuta’da.
Yorgunluk deyince, dünyanın en iyi masajı Bali’de… Alternatif bol, Kuta içinde gece geç saatlere kadar açık bir sürü masaj salonu var ki hiç birisinden pişman olunmayacağı kesin. Bizim otelde de, diğer bütün otellerde de yapılıyor. Hatta oteller kalma sürenize ve oda standardınıza bağlı olarak odanızda masaj servisi de hediye edebiliyor. Bizim otelin masaj salonu en üst katta tam cephe deniz manzaralı… Rakamlar da çok uygun. Daha nasıl anlatsak ki 😀
Ertesi gün için güneydeki Uluwatu tapınağı, Denpasar…programlamıştık. Şoförümüze sabah hava durumuna bakıp karar verelim dedik. Hava iyi olursa zaten kendisi gelecekti. Kahvaltıda bulutlar kara kara gelmeye başladılar. Tabii ki şoför de gelmedi, biz de aramadık. Otelimiz Kuta plajında ama denizde sadece sörfçüler var. Zaten yüzmek yasak diye tabela konulmuş.
Bir Kopi Luwak da burada içtik. Bildiğiniz kedi pisliği kahvesi. Bir tür misk kedisinin seçerek yediği kahve taneciklerini dışkılamasıyla üretiliyor. Dünyanın en pahalı kahvesi. Jogyakarta’da da denemiştik ama asıl yeri Bali imiş. “Onca parayı verip b.k için” demek ayıp olur ama kibarca “deneyin” deriz. Jakarta uçağımızın saatine kadar şehir merkezinde vakit geçirdik.
Budistlerde olduğu gibi ev, işyeri, sokak aralarındaki sunaklara çiçek ve yiyecek bırakıp dua ediyorlar. Hem hinduist hem budist ritüeller yapılıyor.Yollar, dükkan ve ev girişlerinde kötü ruhları engellemek için yerlere küçük kutularla taze çiçekler bırakılıyor.
Havaalanında gidiş katı da karikatürler, heykellerle çok eğlenceli.
Garuda Air ile 2 saatlik uçuş yine keyifliydi. Hele ki deniz kıyısından Jakarta’ya alçalırken neredeyse özel tur yaptıran pilota minnettarız. Ünlü eski limanı bile çok net görebildik.
Jakarta 9 milyon nüfusuyla en büyük şehir. İsmi sankritçe zafer anlamındaymış.Tarihi 4. yy’dan başlıyor. Yerli Sunda halkı avrupalılarla ilk kez 16. yy’da karşılaşmış. Portekizli denizcilerden sonra ingilizler, Holandalılar arasındaki çekişmelerde 18.yy sonlarında Hollanda tamamen yönetimi ele almış. 1946’da sömürgecilerden kurtulup bağımsızlıklarını ilan etmişler. Jakarta’da tarihi, eski denebilecek bölge sadece liman çevresi ve Kota. Turistlerin pek de rağbet etmedikleri bir şehir. Uçaktan bakınca yeni gökdelenler şehrin ortasında yoğunlaşıyor Otelimiz Sheraton Four Points de bu bölgedeki Tarim’de
TransJakarta otobüslerinin durağı tam önümüzde. Sabah 40 000 Rbp verip tek kart aldık. Bittikçe yüklenebilecekmiş. Bazı alışverişlerde de kullanılabiliyor.Her biniş kişibaşı 3500 Rbp. 20000 de kart parası. Yani 20 000’lik kullanabilecek sonra yine yükleyecektik. Eski limana gitmek için önce Kota’ya gidip dolmuşa bindik. Merkezden biraz uzaklaşınca genellikle fakirliğin hatta çok büyük fakirliğin hakim olduğu bir görüntü var. Zengin yeraltı kaynakları ve ticarete dayalı ekonomide gelir dağılımındaki adaletsiz çok uç seviyelerde, üstelik her kesimden insan aynı yerde aynı ortamda yaşıyor. Devasa ve pahalı AVM’lerin kemen kapısının önünde sefalet görmek çok sıradan. Özel arabalarda hiç kötü ve eski yok, toplu taşımada ana arterler gayet iyiyken hurdaya çıkmış olması gereken dolmuşlar da aynı trafikte gidiyorlar.
Limanın girişinden bakınca kocaman ahşap yük gemileri sergileniyorlar izlenimi verseler de hepsi hala kullanımda.
Zaten kamyonlar, taşıyıcılar işbaşındaydılar. Ciliwung Nehri ağzında kurulduğu için nehir tarafında da küçük kayıklar var. Turistler için tekne-taksi hizmeti mevcut, limanı denizden görmek isteyenler için iyi olabilir. Ama bir gün önce uçaktan neredeyse yanından geçtiğimiz için tekne istemedik. Bir görevli gemilerden birisini gösterip “buyurun” dedi. Süper, tam atlayacaktık ki incecik bir tahta üzerinde yürüyerek çıkılacak. Mümkün değil. Tam ip cambazlarının işi. Tekrar dolmuşla Kota’ya dönüp Hollanda kolonisi döneminden kalan ünlü Fataillah Meydanı’na geldik. Kutlamalar,isyanlar, idamlar görmüş meydan şimdi sosyal etkinlikler, sokak gösterileri için kullanılıyor, halkın ve turistlerin gözde mekanı. Tarihi tren istasyonu da hemen yakınında. Tarih müzesi ve ünlü Cafe Batavia ile çevrili meydanda rengarenk kiralık bisiklet ve şapkalara rağbet büyük.
Buradaki çinli nüfusun ekonomik ve siyasi güçleri yakın tarihte “şanssız” olaylarla azalsa bile dönemlerindeki sosyal hayatlarının zenginliğini görebilmek için Batavia’ya bir girin deriz. 200 yıllık mekan bir de duvarlardaki fotoğraflardan dinleyin deriz. Dünyanın en iyi cafe-bar ödülünü 2 kez almışlar.Kahveleri çok iyiydi. Tamamen göz kararı verdiğimiz tatlı siparişimizde de tatlı, sulu,sıcak zencefilli bir çorba geldi. Tabii ki Berrin elini bile sürmedi.
Birçok rehber kitap Mangga Dua çarşısının görsel zenginliğini anlatıyor diye uğrayalım dedik. Devasa bir çok katlı çarşı. Tekstil, elektronik, imitasyon markalar… Daracık kalabalık koridorlar….
Fakat fiyatlar “adamına göre” mantığında. Etiketli üründe bile 4-5 kat rakam söylüyorlar, etiketi gösteriyoruz , sırıtarak “ malın kod numarası” diyor. Sırf karşılaştırmak için İstanbul’da 25-30 TL’ye satılan pazar arabasını sorduk, 300 bin rupi dedi (80-85 TL). Türkçe cevabımızı anlamış olduğunu tahmin ediyoruz…
İstiklal Cami ve Katedral yanyana. Monument National de yakın. Yağmur göz açtırmıyor. Cami için başörtüsü, çorap… her türlü hazırlığımız vardı. Girişte hiç bir uyarı yok. Kısa pantolonlu yabancılara sabahlığa benzer bir giysi verilse de genelde rahatlar. Bir görevli yabancılara rehberlik yapıyor. 120 bin kişilik devasa binada sadece yukarıya çıkartılıp biraz dolaştırıyor o kadar. Anlattıkları da genel ibadet bilgileri. Bizim Türk olduğumuzu duyunca “zaten bildiğiniz şeyler” dedi geçti. İlginç olan ise kadınlar bölümü herkese açık koridorun yanında ve etrafı tamamen açık Hatta namazı bitiren aynı yerde üzerindeki örtüsünü bırakıp selfi çekiyor. Erkek ziyaretçiler de namaz kılan kadınların yanında fotoğraf çekiyorlar ve kimse rahatsız olmuyor.
Endonezya’da yaşanan islam sadece bu ülkeye özgüymüş.Renkli çarşaf giyen de var. Başörtüsü altına çok cüretkar kıyafetler de hiç az değil. Jilboob dedikleri bu tarz muhafazakarları çok kızdırsa da sayıları artıyormuş.
Yakınlardaki Pasar Baru’ya yürüdük. Kalitesiz ürün, çok mağaza… O kadar. Manavlar daha ilginç.
Öğle saatlerinde Jakarta’da yaşayan turizmci arkadaşım Ülgen Yeşil ile buluştuk. Hemen yakınımızdaki en büyük ve yeni AVM’lerden Plaza Indonesia’da yemek yedik. Ülke genelinde sosyal hayat, kaliteli yeme-içme , iyi restoranlar genellikle AVM’lerde. Sokaklar başka dünya sanki.
Akşam otel odamıza pazar sabahı 11:00’e kadar caddenin trafiğe kapalı olacağı notu bırakılmıştı. 7:00’de müzik ve kalabalığın sesiyle uyandık. Gün yine erken başlamış, çoluk çocuk yürüyenler, koşanlar, satıcılar… Tam bayram yeri.
Biz de katıldık. Epey yürüdükten sonra yemek için bir AVM’ye girmiştik. Çıktığımızda trafik normale dönmüş. Her pazar günü böyleymiş.
Akşam uçağımız için yoğun trafiği düşünerek erken çıkmışız iyi ki. Havaalanlarında iç hatlarda da olduğu gibi check-in kontuarlarının olduğu bölgeye bilet ve kimlik kontrolüyle sadece yolcular alınıyorlar. Terminalin içi uğurlamaya gelen kalabalıkların piknik yeri gibi. Yerlerde oturanlar, fotoğraf çektirenler… THY yolcularının çoğu umreye giden Endonezyalılar. Birkaç batılı transit yolcunun dışında İstanbul’da inen çok olmadı.
Aklımızda neler mi kaldı?
— Yağmurlu mevsimde gelmeyin.
— İletişim hiç sorun değil, hemen herkes ingilizce konuşuyor ve çok kibarlar,
— Yabancılar ile fotoğraf çektirmeye bayılıyorlar, birisine evet dediğinizde birden etrafınız kalabalıklaşıyor, ama hiç rahatsız edici değil. Aksine çok eğlenceli.
— Karmakarışık trafiğe rağmen korna sesi yok, hiç kavga ya da yüksek sesle tartışmaya tanık olmadık. İnanılmaz sakin insanlar.
— Vietnam’daki kadar çok motosiklet var, bir tane bile kasksız binen görmedik. Her türlü trafik ihlali var ama kask çok mühim 🙂
— Güvenlik konusunda gece-gündüz, zengin ya da fakir bölge farketmeksizin rahat olabilirsiniz.
En azından şimdilik çok rahat.
— Yemekte acı sevmeyenlerin işi zor 🙂
— Jakarta’da görecek hiç birşey yok.
— Otelimizde para bozmadılar, döviz bürolarına yolluyorlar.
— Ülke genelinde kahveleri çok lezzetli.
— Bali’ye deniz tatiline gideceklerin plajı iyi seçmeleri gerekiyor, kumsalda oturup sörfçüleri seyretmek zorunda kalabilirsiniz.
— Bali sadece deniz, balayı değil. Kültür, dağ – tepe keyfi çıkartılabilecek kadar dolu.
—- Uzakdoğuda en sevdiğimiz dimsun zinciri Din Tai Fun’a burada da kavuşabildiğimize çok mutlu olduk.
— Masaj yaptırmayanların ülkeden çıkışı yasaklanmalı 🙂