Maya ve Aztekler’in izinden….
Madrit’den aktarmayla önce Guatemala’yı birkaçgün gezip Meksika’ya geçtik. Guatemala City’den 2,5 saatlik uçuşla geldiğimiz turizm merkezi Cancun’a daha ilk adımımız vukuatlı oldu : Birimizin Meksika vizesindeki bir sorun nedeniyle 1 saat kadar göçmen bürosunda bekledik. Istanbul’daki konsolosluğun vizeyi kayıtlara işlemediği söylendi. Ankara’daki büyükelçilikten1 haftada aldığımız Meksika vizesinde sorun yoktu. Görevlilerin bizi heyecanlandırmadan, özür dileyerek bitirdikleri işlemin devamında , bantta kalan bagajlarımızın gümrüğe götürüldüğü sürprizi geldi. Bavul anahtarların gümrükçülere gönderilmesi..vs yarım saatimiz de orada gidince otel arama işini en kısa yoldan bitirmek için alandaki acentalardan birisine uğradık. Talebimiz açık ve net olarak, “deniz kum..vs değil, ulaşımı kolay, merkeze yakın ve güzel bir otel”. 40 USD kaporayı (acenta komisyonu olduğu açık) ödeyip gittiğimizde merkezle uzaktan yakından ilgisi olmayan 5 yıldızlı,kocaman deniz-güneş oteli çıkmaz mı karşımıza. Hemen Cancun şehir merkezine gidip kendi yöntemlerimizle bulduğumuz, çok da memnun kalacağımız 4 yıldızlı tertemiz bir otele yerleştik. Üstelik Chichen Itza ve diğer sit alanlarına giden otobüslerin terminaline de yürüme mesafesindeyiz.Sahil boyu devasa oteller ve ABD’li turistlerle dolu ama şehir içi sıradan bir yerleşim.. Birkaç gün sonra gideceğimiz Mexico City için acentalara bilet sorduğumuzda , aynı havayollarının aynı gün ve saatteki uçaklarına hepsi başka rakam verdi. Heryerde Dünya Kültür Mirası listesindeki Chichen Itza turları satılıyor ama, otel otel dolaşıp müşteri toplama gibi gereksiz zaman kaybı ve tutarsız fiyatlar nedeniyle terminalden bir otobüsle kendimiz gitmeye karar verdik. 1. ve 2. sınıf otobüsler var. 1. sınıftan aldığımız biletle sabah erkenden yola çıktık.Yukatan yarımadasında yollar , otobüsler çok güzel ve rahat. Chichen İtza ‘nın girişine kadar gidiyor otobüsler.
Yıllardır görmek istediğimiz Chichen Itza, Toltek ve Mayaların din ve astronomi merkezlerinden. Mühendislik dehalarını tespit ettikleri yıldız ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili bilgileriyle birleştirmişler. Köylülerin El Castillo (kale) dedikleri Kukulkan piramidi dev bir maya takvimi gibi.
4 yüzünün 91’er basamağının toplamı 364’ü, en tepedeki düzlüğü de ekleyerek 365’i işaret ediyormuş. Piramidin tepesine çıkma hayalini kurarken artık yasaklandığını öğrendik. Yılda iki kez ekinokslarda oluşan ışık oyunları bilimadamlarını hayrete düşürüyormuş. Bu arada piramidin yanına gelen gruplar, rehberlerinin söylemesiyle hep birlikte el çırpmaya başlıyorlar. Piramide yansıyan alkışların kuş sesine benzeyen yankısının Tanrı Kukulkanın sesi olduğuna inanılıyormuş. Gözlemevi, cenote denilen kurbanların atıldığı derin kuyular, tapınaklar, kutsal top oyunu sahası turist kalabalığıyla dolup taşıyor. Sit alanını pazar yerine çeviren ısrarlı satıcılara rağmen merakla ve keyifle gezdik. Dönüşte otobüs giderken uğramadığımız birkaç yerleşime uğradı. Birisinde inip dolaştık. Toplutaşım yaygın ve rahat.
Ertesi sabah mayaların deniz kıyısındaki bilinen tek kalıntısı Tulum’a gideceğiz . Ama önce otobüsle havaalanına gittik. 40 dolarımızı ve zamanımızı çalan çakal acenta dış hatlar gelişindeki gümrüklü alanda olduğu için girmemiz mümkün değildi. Kapıdaki görevliye derdimizi İspanyolca, İngilizce, zaman zaman Türkçe anlatarak içeriden bir yetkilinin gelmesini sağladık. Epeyce yetkili olduğu belli olan kibar bir beye de “multilingual” yayın yaptığımızda paranın miktarının önemli olmadığını ama tepkisiz kalmak istemediğimiz için geldiğimizi anlattık. Önce özür diledi, gerekli işlemlerin yapılacağını söyleyerek paramızı iade etti ve başka nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Mexico City İçin uçak fiyatlarındaki tutarsızlığı söylediğimizde bizi Aero Mexico havayolunun bilet gişesine yönlendirdi. İsmini söylediğimizde yardımcı olacaklarını ekledi. Gerçekten de tahmin etmediğimiz kadar uygun bir rakama biletimizi aldık. Üstelik en iyi havayollarından birisiymiş.
Tulum’a gitmek üzere otobüse bindiğimizde pek keyifliydik.
Yukatan yarımadasının Maya Rivierası denilen doğu sahilinden giderken Cozumel adasına giden feribotların, birbirinden güzel plajların olduğu Playa del Carmen de bu yol üzerinde.
Deniz kıyısındaki sit alanının ziyaretçilerinin çoğu plaj kıyafetleriyle geziyorlardı. özellikle rehberli gelen gruplar turlarını sit alanının içindeki plajda, Karayiplerin kucağında bitiriyorlardı.
Kalabalığı Kalabalığı umursamadan ortalıkta dolanan iguanaları fotoğraflamak isteyen turistler de taşların, ağaçların arasında koşuşturuyorlardı. Dönüş yolunda Playa del Carmen’de indik.
Akşam saati plajlar boşalmaya başlamış, sokaklar kalabalıklaşıyordu. sahilde en beğendiğimiz yer oldu burası.
Ertesi sabah Mexico City’e uçtuk. havayolu da servisi de gerçekten güzeldi, tepkimizin ödülünü aldığımızı düşündük. Başkente uzaklık 1900 km, uçuşumuz 2 saat kadar sürdü.
Cancun’daki güzel havanın yerini yağmur, fırtına aldı. Otelimizi dünyanın 2.büyük meydanı Zocalo’dan seçtik. Bilinen, iyi ve güvenli olmasına dikkat etmemiz gerekiyordu artık. 25 milyonluk nüfusu, kirli havası, karmaşasıyla çok yorucu bir şehir olan başkentin metrosu da çok bakımsız. 1969’da hizmete girmiş ve çok yaygın olmasına rağmen güvenlik sorunu nedeniyle de çoğunlukla taksi kullanmayı tercih ettik. İngilizce pek işe yaramıyor, bütün dünyanın sadece İspanyolca konuştuğunu sanıyorlar. Sokaklardaki insan profili de ilginç, Meksika’nın gerçek yüzü olan aztekler, mayalar, Kızılderililer, İspanyol kökenli ladinolar ve melezlerin oluşturduğu baş döndürücü bir kalabalık var. Geniş caddeler, gökdelenler, lüx semtleri, her köşebaşında karşımıza çıkan tarihi binalarından başka halkın çoğunluğunun yorgunluğu ve yoksulluğu göze çarpıcı. 1915’de sürgünde ölen eski devlet başkanlarından Porfirio Diaz’ın ” zavallı ülkem, tanrıya uzak, ABD’ye yakın” demesinden beri çok şey değişmemiş gibi.
Yağmur hiç dinmiyordu. Üstelik bataklığın üzerine inşa edilen koca şehirdeki birçok binada ciddi çatlaklar, temel kaymaları var. İspanyol istilacılar 1521’de geldiklerinde azteklerin Tenochtitlan şehrini yerlebir edip Mexico City’i kurmuşlar, ama bataklık zeminin yaratacağı sorunları hesaplayamamışlar. Texcoco gölü üzerine ağır binalar da yapılınca 400 yılda 7 metreye ulaşan çökmeler olmuş. Latin Amerika’nın en büyük katedralinin d yavaş yavaş gömülüyor olmasını engelleyemiyorlar. Özellikle Guadelupe Kilisesi civarındaki binalarda ilk bakışta bile farkedilir düzeyde ciddi eğilmeler var.
Zocalo Meydanı’ndaki Metropolitan Katedralinin altında azateklerin tanrılara kurban ettikleri insanların mezarlığı, arkasında da büyük bir tapınağın kalıntıları var. Yağmura rağmen revakların altında “selindro” denilen müzik aletini çalan üniformalı müzisyenler, dükkanlar, kafalarına göre dansedenlerle hayat hiç durmuyordu. Kaldığımız 4 gün boyunca meydandaki başkanlık sarayının önünde büyük bir protesto nedeniyle eylemcilerin çadırları vardı.
Ünlü ressam Diego Riviera’nın azteklerden 1910’a kadar olan Meksika tarihini çizdiği ünlü duvar resimleri de bu sarayda. Aslında ziyaretçi kabul ediliyormuş ama gösteriler nedeniyle kimseyi içeriye almadılar. Her gün gidip kapıdaki askerlere rica etsek de hiç ziyarete açılmadı. Riviera’nın bazı eserlerini Belles Artes ( güzel sanatlar) Müzesinde ve büyük aşkı ressam Frida Cahlo’nun evinde görebildik. 1954’de Cahlo’nun ölümüyle müzede dönüştürülen evi Coyoaca semtinde, “Mavi Ev” adıyla ziyerete açık.
Coyoacan’a gittiğimiz gün dini bir festivalin kutlanıyor olması da hoş bir tesadüf oldu. Restore edilmiş rengarenk evler, el sanatları pazarı Mercado de Artesanias, hareketli meydanı ile çok beğendik.
Dertlerine derman arayanların yeri Guadelupe Bazilikası, kıtanın en büyük dini merkeziymiş. İspanyolların ilk geldikleri dönemde, bir azizenin tam burada bir yerliye görünmesi mucizesi inancıyla inşa etikleri bazilika , burada dilenen dileklerin kabul olduğuna inananlarla dolup taşıyor.
Bir yanda zemindeki oynamalar nedeniyle desteklerle ayakta duran binalar, bir yanda yan yatmaya başlamış kiliseler bir yanda da modern yeni kilisenin ihtişamı arasında kalabalıktaki birçok kişinin ellerinde beyaz giysili kimi oyuncak kimi gerçek bebeklerle geldiklerini farkettik. Azize Guadelupe’nin kutsaması için yapılan bir ritüelmiş. Dizleri üzerinde sürüne sürüne ilerleyerek dua edenler de vardı.
Mexico City’de özellikle görülmesi gereken yer Antropoloji Müzesi. Bir bölümünde bu topraklarda yaşamış insan ve bazı hayvanların yaşam ortamları sergilenirken diğer dölümlerdeki arkeolojik buluntular nefes kesiyor. Üst kattaki etnografik sergileme de çok başarılı.
Meksika Folklorik Dans Gösterisi de pazar ve çarşamba akşamları bu müzenin tiyatro salonunda yapılıyor. Yer numarası olmadığı için erkenden kuyruğa girmekte fayda var. Gösteri güzel ama birçok kitapta övüldüğü kadar muhteşem değil. İzleyicilerin çoğunluğu çok şık giyimli beyaz Meksikalılardı. Çıkışta Garibaldi Meydanı’na gidip sokak müzisyenlerini dinlemeyi planlamıştık ama müze görevlileri de taksici de gece gitmenin çok tehlikeli olduğunu, zaten yağmur nedeniyle bugünlerde mariacchilerin pek gelmediklerini söylediler. Mecburen vazgeçtik.
Sabah otobüs terminaline gidip “Tanrıların doğduğu şehir” diye adlandırılan Theothuacan kalıntılarına bilet aradık. Pencerelerindeki kırıkları kartonlarla kapatılmış, döküntü bir otobüsten başka alternatif yok.
Yolcuların tamamı yerli ve ortalarda bizden başka yabancı görünmüyor. En öne oturmamız için şoförün kaldırdığı yolcu bile bize güleryüzle yerini bıraktı. 1 saatlik yolculuğu ayakta canlı müzik yapan mariacchiler, trafik gürültüsü, çocuk sesleri eşliğinde bitirdik. İndiğimiz anda hızlanan yağmur rüzgardan etrafımızı bile göremiyorduk. Bizim gibi birçok ziyaretçinin yağmurluğu da yetersiz kalıyordu, şemsiye açmak zaten mümkün değildi. 2000 mt. rakımlı şehir, M.Ö. 2. yy’dan itibaren önce Totonakların sonra Azteklerin din ve astronomi merkezi olmuş. 4 km’lik “Ölüler Yolu” boyunca tapınaklar, saraylar olmasına rağmen herkesin asıl hedefi mezar-anıt niteliğindeki dev güneş ve ay piramitlerine çıkmak. En tepesinde din adamlarının tanrılarla buluştuğuna inanılıyormuş. her bir taşının dev bir takvim oluşturduğunu, matematik ve mimari dehalarının eserleri olduğunu düşündükçe her türlü hava koşulunda tırmanmaya değer diye biz de dar merdivenlerden çıkmaya başladık. Turistler halatlardan tutunarak ilerlemeye çalışırken bir yanda uçan ,parçalanan yağmurluklarına mukayyet olmaya çalışıyorlardı. Güneş piramidi 65 metre ama daha önce 10 metre daha yükselten bir tapınak varmış. Ay piramidine geldiğimizde birden güneş açtı, engebeli araziyi traşlayarak inşa ettikleri muazzam şehri tepeden nihayet seyredebildik.
Tipik bir Meksika kasabası görmek isteyenler Xocmilco’ya mutlaka gitmeli.
Merkezden metro ile yaklaşık 1,5 saatte ulaşılıyor. Tenochtitlan’dan kalan son yerlerden birisi. Kanallarda teknelerle gezildiği için Venedik’e benzetenler varmış, ama burası bambaşka. Çamurlu sularda rengarenk tekneler dizili. Artık alıştığımız yağmur nedeniyle hepsi kıyıda bağlı duruyor. En keyifli yerlerinden birisi çiçek pazarı. Bir kısmında sadece çiçek satılsa da her türlü gıda maddesi, giyecek ve Meksika yemeklerinin en tipik örnekleri burada.
Metrodan söz etmişken üzerinde koskocaman hoparlör taşıyan bir adam, sesi sonuna kadar açılmış müzikler çalarak bindiği zaman ilk seferinde korkmuştuk. Meğer çok yaygın olan CD satıcılarındanmış. Zamanla alışmak bir yana, hiç birisinin diğeriyle aynı vagona binmemesini,organizasyonlarını takdir bile etmeye başladık.
Meksika – Türkiye ilişkilerinin 2 tane önemli sembolünü bulmak için epeyce uğraştık. Birisi 2002’de TİSK tarafından dikilen Atatürk heykeli, diğeri Osmanlı saat kulesi.
Mexico City’nin en geniş ve güzel bulvarı La Reforma’nın sonlarına doğru, şık semti Chapultepec tepesindeki Atatürk heykelinin tam karşısında İran Büyükelçiliği var. Saat kulesi ise 1910 yılında yapılmış, şehir merkezinde. Yorgunluk kahvemizi içmek için yakınlarındaki Cafe La Havana’yı seçtik. Fidel Castro, Che Guevara ve birçok devlet adamının, ünlülerin de uğradığı mekan olarak bilinen, tarihi dokusunu kaybetmeyen café, neredeyse bütün rehber kitaplarda öneriliyordu. Haksız değillermiş.
Bu kadar yağmurdan sonra, dönüş günümüzde şehri su bastı, hayat felç, can kaybı bile vardı. Uçaktan 5 saat önce otelden çıktık.
Geçtiğimiz bazı yerlerde su seviyesi bindiğimiz taksinin penceresine yaklaşıyordu. Havaalanına giden dahil birçok hattı su bastığı için metro çalışmıyordu. Havaalanına yaklaşıyor ama giremiyorduk. Göl gibi bir yolda polis inmemizi ve karşıya geçerek alana yaya girmemizi söyledi. Bavulları taksiciyle birlikte karşıya geçirdiler ve terminal binasına kadar yürümek zorunda kaldık. Bu arada bütün dünya selden çok 60 kişinin ölümüne neden olan grip salgınıyla konuşuyordu Meksika’yı…
Herşeye rağmen güzel anılar, damağımızda güzel tadlar ve 14 günde mecburen söktüğümüz İspanyolcamızla uçağa binebildik.
Havaalanından aldığımız acı soslar Madrit aktarmamızda el bagajında sıvı kısıtlaması nedeniyle sorun oldular. Sosları kaptırmamak için pasaport kontrolünden çıkıp havaalanının gidiş katına çıktık. Elimizdeki çantalara doldurduğumuz soslarımızı bagaja verip tekrar pasaport kontrolüne girdik. Kalabalık ve sıra nedeniyle neredeyse uçağı kaçırıyorduk. Ama soslar harikaydı, hepsine değer:)))